Bir Selama Kaç Merhaba

Selâmünaleyküm..

   Uzun geldi.. Aleykümselâm yokk..

   Kelime itibariyle 6 heceli olduğundan falan değil, Arabî ifade oluşu sebebiyle..

   Uzun geldi ve Selâm! diye değiştirdik..

   Asrın geleneklerine uyma adına bir süre sonra modern ifadeler arayan, ama olanak, yanıt, öğüt, uğraş, eylem, söylem ile ‘duyum arayıp algıları açılan’ bir echel-ü cühela cemiyet, selâmı da solladı. Baş sallama meziyetini günaydın ve tünaydın çıtasına yükseltti. Çok geçmeden tünaydın denilen entelektüellik tâbir, rütbe artırıp merhabaaa..yla kucaklaştı.

  Söz üretmede meşhur, ama öze aykırı kelimelerle Batı Medeniyeti’nden ‘İttihat ve Terakki’yi doğuran mütefekkirlik, kendi benliğine ters bir dil arızlığını müsteşriklik zannetti.

  Bin yılın üzerinde kullandığımız Arabca, Farsca ve Osmanlıca’yı terkedip, dayanağı olmayan ve ekserî ekleri sel/sal’larla tamamlanan tarihî’den tarihselde olduğu gibi, kanunîyi yasallaştırdık, cevabı yanıtlaştırdık. Şapkalı a’sı zor gelen imkânı olanak hâline getirdik.

   Evet.. Sadece Selâmünaleyküm bize uzun gelmedi.

  Galiba merhaba kısa geldi ki, ‘dedim!’ dememiz gerektiği yerde ‘DİYE DÜŞÜNÜYORUM’ gibi bir VARSAYIM’la (!) kafayı bozduk.

   Bir türlü, netice verici cümle kurmayı beceremez hâlimizle ve hep muallâkta kalan söz yumakları ile konuşma ustalığımızı, usûlünün itibariyle yozlaştırıp 70 bin kelimelik Türkçe’yi 6-7 bin kelimelere indirdik. Konuşamaz olduk. Teknikî kelimeler alanında, mucidi olamadığımız birçok eşya tarifini yabancı dillerden alıp onların orijinalini muhafaza ettik, kendi ilmî ve edebî değerlerimize aynı hassasiyeti gösteremedik. Halbuki bu gibi durumlarda devrimler ne yapardı? “Önce kendi evlâtlarını yer” idi. Evet, kendi evlâtlarımızı yedik..

   Belki bu yeni alışkanlıklar, sadece ifade mahiyetiyle önemli sayılmayabilir ve bu sebeble itiraz edeceklerimiz olabilir. İşte tam bu noktada; Türkler hayvandan da aşağı mahlûklardır” hakaretinde bulunan Churchill’i hatırlamasak dâhi, kendisine fikri sorulduğunda: ‘kılıç ve silâhla yenemediğiniz Türkler’i, ancak kültürüne ve tarihine bağlılığını, yani dilini ve dinini bozarak yenebilirsiniz” diyen Rus Generali Çernayef’in sözlerini dikkate almaya mecburuz.

    Her millet kendine has gelenekleriyle millîliğini muhafaza eder. Şeyh Edebali’nin: İnsanı yaşat ki devlet yaşasın sözüne sâdık kalan damadı Osman’dan üç kıtaya hâkim bir imparatorluk türedi.. “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi” diyerek halk ile devleti arasındaki köprüye ehemmiyet veren bir sonraki nesiller, kendi halkına zarar vereceği şübhesiyle Küffar’ın dansını dâhi yasaklattı.

   Ya sonra? Batı mukallitliği, İttihat dedikçe gerileme, terakkî dedikçe düşme gösteren bir Avrupaî aydınlık, bir Allah’ın selâmet niyazına, bin merhabanın denk gelemeyeceğini idrâk edemedi..

  Ne kadar Şeytanî heves ve ses varsa vız gelip tırıs gitti.

  Bu görüş ve düşüncede mutabık mıyız? Bizim tarafımızdan hayır demek de yanlış, evet demek de.. Her şey Hakk’ın doğrusunda.. Zira Batıl dili, bir Çernayef’i Kültür-Tarih, Kur’an ve İman düşmanı olarak konuştururken, Hakk dili Müslüman olup Ali adını alan Napolyon Bonapart’ı şöyle konuşturuyor: “Bütün ülkelerin hakîm (bilge) ve münevver şahsiyetlerini bir araya getirebildiğimde, insanları tek başına saadete götürebilecek ve tek başına hakikî Kur’an esaslarına dayanan bir birlik rejimi tesis ettiğimde, umarım ki vakit geçmemiş olur..”

   Demek ki Hakk’ın doğrusu ne? Kim ne kadar yanıttan, olanaktan dem vurarak yarım yamalak ve Çernayef’in düşüncelerine hizmetle DİYE DÜŞÜNE DÜŞÜNE konuşursa konuşsun, millî ve dinî konuşamaz dil arızlı Türk’ün yerini alacak bir Batılı’nın çıkması her zaman mümkün.

  Tıpkı Napolleon BONAPARTE gibi..

  Zira, Türk’ün elinden alınması istenen kültürünün, tarihinin, dilinin, KURAN’ının ve yüreğindeki imanının varıp dayandığı noktada, beşerî nizam adına bu millete verilen emir, TEVHİD bayrağını taşıma emriydi..

   Bu itibarla O’nun sancaktarı da, bayraktarı da şerefli Türk Milleti’dir. İçindeki kendi mukaddeslerini bilemeyen ve halâ Batıl istikâmette ömrünü tüketenlere rağmen.. Başına sarılan fitneleri bir bir aşması ve İslâm sancağını yere düşürmemesi işte bu sebebdendir..

Yazar: Bekir YALÇINKAYA

Bekir Yalçınkaya’nın Köşe Yazılarını Görmek İçin Tıklayınız

Yorum yapın